“Nasıl yazdığımı ben de açıkça bilmiyorum, dersem şaşmayınız. Şiirde bu hiç belli olmaz. Yemek yerken ya da yolda giderken bir mısra geliverir, galiba Valéry’nin yukarıdan inen dizesi gibi bir şey. Bakarsınız, o zamana kadar karanlık gördüğünüz bir dünya birdenbire aydınlanmış. Artık o dize kılavuzunuz olur, yazacağınız şiiri, konusunu, biçimini, boyunu bosunu, hepsini o belirler. Ve o şiir bitinceye kadar siz işgal altında bir memleket gibisinizdir. Dairede çalışmanızı, yemenizi, gezmenizi, uykunuzu ona ayırmak zorundasınız. Şiir bitmeden bu hantise’den (saplantıdan) kurtulamazsınız. Bu arada kalbinizin, sinirlerinizin, kafanızın, hatta kollarınızın ve ayaklarınızın akıl sır ermez bir işbirliği ile çalıştığını görürsünüz. Gerçekten güzel şiirlerdeki canlılık belki de buradan geliyor. Şiirle hayat arasındaki bu sıkı ilişkiye inandığım içindir ki, şiiri hiçbir zaman bir düşüncenin kanıtlanması, bir dâvanın savunulması, bir felsefe sisteminin sunulması olarak düşünmedim. Şiirin yapısının...