Gamsız'ın Ölümü
Reşat Nuri Güntekin'in beğeniyle bir o kadar da hüzünle okuduğum hikâyelerinden biridir "Gamsız'ın Ölümü".
Aşağıdaki metin 11. sınıf kitabında yer alıyor olsa da her kademeden öğrenci hemen hemen aynı ilgi ve hüzünle okur bu parçayı. Sınıfta rahatlıkla okunup işlenecek metinlerden biridir. Üzerine söylenecek o kadar çok şey var ki sınıf içerisinde öğrencilerle birlikte hangi rüzgârlarla nerelere savrulacağınızı asla bilemezsiniz. Her sınıfın, her öğrencinin muhayyilesinde ya da hayatının bir noktasında ona eşlik etmiş bir "Gamsız" mutlaka vardır. Bu sebeple hikâyeyi buraya da almak istedim.
Metnin işlenişine yönelik ipuçları:
* Hikâye türünün özellikleri
* Geçmişteki yaşam tarzı, gelenekler
* Yardımlaşma ve birlikteliğin önemi
* Sahipsiz hayvanların yaşamı
* Hayvan koruma dernekleri ve görevleri
* İnsanlarda merhamet duygusunun önemi
Aşağıdaki metin 11. sınıf kitabında yer alıyor olsa da her kademeden öğrenci hemen hemen aynı ilgi ve hüzünle okur bu parçayı. Sınıfta rahatlıkla okunup işlenecek metinlerden biridir. Üzerine söylenecek o kadar çok şey var ki sınıf içerisinde öğrencilerle birlikte hangi rüzgârlarla nerelere savrulacağınızı asla bilemezsiniz. Her sınıfın, her öğrencinin muhayyilesinde ya da hayatının bir noktasında ona eşlik etmiş bir "Gamsız" mutlaka vardır. Bu sebeple hikâyeyi buraya da almak istedim.
GAMSIZ’IN
ÖLÜMÜ
O sabah, ana mektebinin bahçesinde fevkalâde bir telaş ve
canlılık vardı. Talebe bayramı günüydü. İlk ve orta mektepler, kafile kafile
marşlar söyleyerek sokaklardan geçiyor, şehrin uzak mesirelerine dağılıyorlardı.
En ihtiyar talebesi altı yaşında olan bu ana mektebinin o
kadar uzaklara götürülmesine imkân yoktu. Onlar, bayramlarını -kendi minimini
ve paytak adımlarıyla- yirmi dakika çeken bir dere kenarında yapacaklardı.
Hazırlık, dehşetti. Bahçe, renk renk elbiselerle canlı bir
çiçek tarlasına dönmüştü. Erkek çocuklar, yeni potinlerini siliyorlar, kızlar
birbirlerinin saçlarını düzeltiyorlar, çözülmüş kuşaklarını bağlıyorlar, düğmelerini
ilikliyorlardı. Altı yaşında bir kız, taş merdivenin basamağına oturmuş, dört
yaşında bir öksüz, arkadaşının sökük gömleğini dikmeye çalışıyordu.
Nihayet hazırlık bitti, kafile yola düzüldü. Bir elleriyle,
taburda arkadaşlarının elini tutuyorlar, ötekiyle -renkli paketler, minimini
sepetler içinde- yiyecekleri, oyuncaklarını taşıyorlardı.
Sokaklarda fazla gürültü, intizamsızlık olmasın diye
öğretmenler, çocuklara marş söyletmeye başlamışlardı. Büyükler, göğüslerinin
bütün kuvveti, kalplerinin bütün sevinciyle bağırıyorlar, küçükler, yürümekte
olduğu gibi, şarkı söylemekte de geri kalıyorlar, eğlenceli bir karışıklık
oluyordu.
Tabur, sokaklardan geçerken pencereler açılıyor, kadın
başları sarkıyor, dükkânlardan satıcılar çıkıyordu.
Bu ana mektebinin bütün gezintilerde olduğu gibi, alay
başını
yine “Gamsız” çekiyordu.
Gamsız, sarı tüylü ihtiyar bir mahalle köpeğiydi. İnsan gibi
anlayışlı, fakat insandan daha vefakâr bir mahlûktu.
Galiba serseri ve kalender meşrebi için ona mahallede
“Gamsız” demişlerdi. Fakat hakikatte o, köpeklerin en gamlısı idi, birkaç sene
evvel büyük bir mateme uğramıştı. Dört yavrusunun birden zehirlendiğini,
gözünün önünde kıvrana kıvrana görmüştü. Onları götüren süprüntü arabasının
arkasından uzak mahallelere gitmiş, bir hafta geri dönmemişti.
Onun bir yerde bir kaza eceline uğradığını zannedenler
olmuştu. Fakat kalender ve mütevekkil görünüşüne rağmen o, çok gözü açık bir
köpekti. Cinsinin düşmanlarını iyi tanır, hatta bazen onlara inanıyor, zehirli
ekmeklerini yiyor, tuzaklarına düşüyor görünerek alay bile ederdi. Binaenaleyh
onun bir yerde ölüp kalmasına imkân yoktu. Nitekim bir hafta sonra tekrar
mahalleye gelmişti. Yalnız biraz daha ihtiyar ve düşkün, uzun sarı tüyleri
biraz daha çamurlu, bacakları biraz daha berelenmiş olarak...
Bilmem yalan, bilmem doğru, mahalle kadınları onun için bir
vaka anlatırlardı. Gamsız, güya çocuklarının ölümünden sonra yaşamak
istememiş... Belediye kulübelerinin karşısında durup boynunu bükmüş, yalvarır
gibi kesik kesik uluyarak, çocuklarını öldüren yiyecekten istemiş... Hatta bir
defasında zehirlenmiş, fakat ölmemiş... Çok ıstırap çektikten, çok süründükten
sonra tekrar ayağa kalkmış...
Gamsız, çocuklarının ölümünden sonra mahalleye darılmış, ana
mektebinin arkasındaki viraneye çekilmişti. Sokakta hemen hiç dolaşmaz, yalnız
zaman zaman mektebin bahçe duvarından içeri atlar, çocuklarla oynar, öğle vakti
onların artıklarını yerdi.
Çocuklara, büyüklerden fazla emniyet ettiği, onlardan esaslı
bir zarar gelmeyeceğini bildiği için miydi, yoksa onların da -kendi küçükleri
gibi- masum ve müdafaasız mahlûklar olduğunu hissettiği için mi böyle
yapıyordu?
Öğretmenler, bu altın sarısı gözlerinde mahzun bir vefa ile
bakan, çocukların her nazına, her cevrine tahammül eden ihtiyar sokak köpeğini
kovmamışlar, bilâkis gizli gizli himaye etmişlerdi. Hasılı, Gamsız, mektebin
hademesi, kapıcısı nevinden bir emektar, küçüklerin en sevgili bir arkadaşı
olmuştu.
Ana mektepleri, insan cemiyetlerinin küçültülmüş numuneleri
gibidir. Orada da fakirlik, kılıksızlık, aileye ait bir sorun... gibi
sebeplerle vakitsiz bir inziva meyliyle “yalnız”lar vardır. Gamsız, bilhassa bu
küçük “yalnız”larla arkadaşlık eder, bahçenin bir köşesinde onlarla ağır ağır
dolaşırdı. Küçük kalplerinde söylenilemeyecek dertler ve infialler taşıyanlar,
onun çamurlu ayaklarını, elleri içine alarak konuşurlardı.
Gamsız, haline göre hasta bakıcılığı bile etmiş, bir gün
bahçede koşarken yere yuvarlanan bir minimininin berelenmiş dizini diliyle
yalamıştı.
Kafile, artık mahalleden çıkmış, yeşil tarlaların arasından
geçen bir ince patikaya düşmüştü. Gamsız, en önde, mağrur ve mütevekkil
tavrıyla yürüyordu. Fakat nedense bugün onda bir neşesizlik, anlaşılmaz bir durgunluk
vardı.
Nihayet, bayram yerine varıldı. Burası, gölgeler içinde
serin bir ırmak kenarıydı. Suların içine yeşil söğütler sarkıyordu.
Küçüklerin
velvelesinden çayırdaki kuşlar ürküp kaçmıştı. Şimdi gün onlarındı. Koşuşa
çağrışa etrafa dağılıyorlar, ağaçlara tırmanıp çimenlerde yuvarlanıyorlardı.
Akşama daha dünya kadar zaman olduğunu hesap edemeyerek kuvvetlerini,
neşelerini israf ediyorlar, hatta yiyeceklerini, yemişlerini yemeye
başlıyorlardı.
Gamsız da bir aralık canlanmış, çocuklarla beraber oynamak
istemişti. Fakat birdenbire durdu, başını kaldırarak acı acı uludu. Sonra yavaş
yavaş çekildi, iki büyük taşın arasında kıvrılıp yattı.
Gamsız, hastaydı. Çocuklar, derhal bunu fark ettiler. Yemek
götürdüler. O, verilen yiyecekleri yemiyor, ara sıra titizleşiyor, yalnız
bırakmaları için yalvarır gibi dişlerini çıkararak hafif hafif bağırıyordu.
Gamsız’ın ıstırabını ve bakışlarındaki perişanlığı
öğretmenler de gördüler.
— Yaklaşmayın çocuklar... Hayvandır bu. Belki kudurmuştur,
dediler.
Çocukların aldırmadıklarını görerek hademelerden birini
nöbetçi bırakmaya mecbur oldular.
Büyücek öğrencilerden biri, -altı, yedi yaşlarında bir kız-
birdenbire bir şey hatırlayarak bağırmaya başladı:
— Eyvah, Gamsız’ı zehirlediler... Bu sabah, bir şey almak
için bakkala gitmiştim... Köşe başında, süprüntülükte Gamsız’ı gördüm... Öteki
köpeklerle beraber bir şey yiyordu... Mutlaka zehirli ekmek yedi.
Öğretmenler, ihtiyar köpekten böyle bir ihtiyatsızlık
beklemiyorlardı. Fakat çocuğun dediği doğruydu. Gamsız, bütün zehirlenen
köpeklerde görülen ihtilâçlarla kıvranmaya, çırpınmaya başlamıştı.
Çocukların neşesi birdenbire sönmüş, çayıra bir eski
mezarlık sükûtu çökmüştü. Bazıları sızıldanıp ağlıyorlardı. Yapılacak bir şey
yoktu.
Mektebin pek sevgilisi de olsa, bir köpek yüzünden bir
bayramın küçüklere zehir olmasına müsaade edilemezdi. Öğretmenlerden biri:
— Çocuklar, korkmayın... Siz bilmezsiniz... Gamsız, bir kere
daha zehirlendi de kurtuldu... Ona bir şey olmaz... Haydi, oyununuza! diye
bağırdı.
Küçükleri, yarı zorla dağıtmaya başladılar. Bazıları
ağlamaya devam ediyor, bazıları hocanın sözleriyle kendilerini teselli ederek:
“Gamsız, gayretlidir... Bir şey olmaz!” diyordu. Hatta küçük ellerini açarak
onun için dua edenler bile vardı.
Öğretmenler, nihayet başka bir çare düşündüler. Bayram
yerini iki üç dakika uzakta bir başka ağaçlığa nakletmek... Battaniyeler,
paketler toplandı ve kafile, Gamsız’ı yalnız bırakarak, hareket etti.
Çocukların arasında derhal gizli bir teşkilât yapılmıştı. Üç
beş dakikada bir talebeden ikisi kayboluyor, gizlice Gamsız’ı görmeye giderek
ondan haber getiriyordu. Havadis, derhal küçükler arasında yayılıyor, en
miniminileri bile bunu öğretmenlerden saklıyordu.
Bir saat sonra yine acı bir haber geldi. Gamsız, ölmek üzere
idi. Saklandığı taş kovuğundan çıkmış, mütemadiyen çırpınıyordu. Ağzı, gözü,
ayakları kan içindeydi. Artık ne emir, ne tehdit, çocukları zaptedemedi. Hep
birden ağlaşıp bağrışarak koşmaya başladılar. Öğretmenler, ikisini, üçünü zorla
yakalasa, sekizi, onu kurtulup kaçıyordu.
Mamafih, artık köpeğe yaklaşmadılar. Gamsız’ın çırpınması
korkunç bir şeydi. Kâh yerde debeleniyor, ayaklarıyla toprakları kazıyor, kâh
kanlı ağzını gökyüzüne kaldırarak, tehdit eder gibi, uğursuz bir sesle
uluyordu. Nihayet son bir gayretle toparlandı. İçindeki ateşi teskin için
ırmağa doğru koşmaya başladı.
Irmak kenarındaki ince tahta köprünün yanında, beş yaşında
iki minimini kız vardı. Bunlar, köpeğin tozu dumana katarak geldiğini görünce
korktular. Tahta köprüden karşıya geçmek istediler. Fakat birisi telâşla ırmağa
düştü, çırpınmaya başladı.
Gamsız, bu kazayı görünce birdenbire durdu. Yolunu
değiştirdi. Tahta köprüye koştu. Çocuğun arkasından suya atıldı. Onu ağzıyla
eteğinden yakaladı. Öğretmenler yetişinceye kadar onu suyun yüzünde tuttu.
Sonra, artık takati kesilmiş gibi kendini bıraktı. Bir iki
kere daldı, etrafındaki suları köpürttü. Kaskatı kesilmiş vücudu, suyun hafif
akıntısına uyarak yavaş yavaş uzaklaştı.
(Reşat Nuri Güntekin Leylâ ile Mecnun)